Günlük!

Sevdiğim Adamın Günlüğünden…
İnsanları Allah(celle celalühü) yoluna sevk eden âmiller, elbette pek çoktur. Çeşitli ve derecelidir. Fakat hepsi bir kökte birleşen ağaç dalları gibidir. Kimini ölüm düşündürür; kimini bu boş dünya bir süre sonra ıssızlığa sürükler; kimini yaptığı fuzulî işler ortada bırakır; kimini kapıldığı dünyevî âşk, ilâhî âşka taşır; kimini de hızlıca geçip giden zaman bir boşluğa atıverir.

Bu, öyle bir boşluktur ki, yokluğun ortasında kalmaya zorlar insanı. O, öyle bir ortalıktır ki, yapayalnız kalırsın. Yalnız kalınca da hayatı sorgularsın. Yaptıklarını. Yapamadıklarını. Artık, öyle bir noktaya gelmişsindir ki, yaptıkların sana bir anlam ifade etmez olur. O kadar iş yaparsın, binlerce insanla konuşursun. Sonra da şu suali irat edersin kendine: “Ya sonra?”
İşte şu: “Ya sonra?” sorusu, insanın beyninde bin parçaya ayrılır ve o parçalar, bir karınca sürüsü misali, kımıl kımıl kaynaşmaya başlar. Bu kaynaşma, seni hayat yolundayken durdurur, düşündürür. Beynin uyuşmaya, gündüler kararmaya başlar. Yatak diken gibi batar; uyku tutmaz gözlerine, dakikalar saniye, saniyeler saliseye bölünür ve savaşırlar seninle. Başını ağrıtır. Hakikaten, “Ya sonra?” Dersin.
“Ya sonra ne olacak?”
“İki dakika sonra ne olacak?”
“Ya yarın, ne olacak?”
“Ve öldükten sonra, ne olacak?”
Öldükten sonra bir şey olmayacaksa şayet, o halde şu anda yaşamanın anlamı nedir? Bu anlam nerede gizlidir?
İşte her şey böyle başladı. Hayatı sorgulamamla başladı. Uzun bir sorgulamaydı bu. Maddi bir duruş değil, manevi bir duruştu sergilediğim. Onca yaptığım şey, hakikaten kime hizmet ediyordu? Kullandığım kelimelerse nereden geliyordu? Biraz evvel “hakikaten” dedim. Bu “hakikaten” kelimesi, hangi kökten türüyordu? Hakk’tan türüyordu. Allah’tan türüyordu. Elbette ya. Hakikaten. Peki, “Allah’tan” dediğimiz zaman, ne diyorduk?
“Allah’tan hasta olmadım.”
“Allah’tan başımıza bir musibet gelmedi.”
“Allah’tan bir şey eksik değil.”
Bu cümleleri sıklıkla duyduk, çokça da kullandık. Ama bir anlam ifade ettiğini görmedik mi, fark etmedik mi? Allah değil miydi her şeyin mâliki? O isterse olurdu ya her şey. Allah’tan olurdu.
Hayatımın hiçbir döneminde inançsız biri olmadım. Yirmi altı yaşıma kadar ehl-i dünya biri olarak yaşasam da, kalbimin bir köşesinde, Allah’a duyduğum inancı hep barındırdım. Ama bu inanç, artık öyle bir raddeye gelmişti ki, kendini kalbimden çıkarıp beni ben yapan her şeye sirayet etmek istemişti. Ama bu, hemen olmamıştı elbette.
Yirmi dört yaşıma gelince: “Dur bir dakika!” demiştim. Vakit geçiyordu; ama ben bir şey yapmıyordum. Maddi hayatım gayet donanımlı ve hızlıydı; lâkin manevi hayatım bomboştu ve kıpırtısızdı. Bu dengesizlik, beni içten içe sarsmaya başlamıştı. Şeytana mağlup olmamdan mütevellit, Allah’a inanmama rağmen, O’na ne şükrediyordum, ne de hamdüsena ediyordum. Üstelik dünya koşuşturmacası da işin içine girince, hiçbir şey yapmıyordum. Medeniyet dediğin şey bir sürü felsefî akım. Şımartılmış insanlar. İnsanı sapkınlığa sürükleyen süslü püslü tarzlar. Mevcut dünya, hâlihazırdaki varlığıyla, öyle üstüme üstüme geliyordu ki. Hele hele çevremdeki insanlar. Çevremdeki dünya. İçinde bulunduğum bu bataklık dünya. Çekile çekile bitmeyen acılar. Durmadan gerilen bir insanlık. Bir yanda zevkusefa içinde yaşayan, duyarsız insanlar; öte yanda, savaşlarda ölen, ölmekten de beter hale gelen yahut anayurdundan sürülmek zorunda kalan, zorunda bırakılan insanlar. Bitmek bilmeyen bir tüketim kültürü. Al-sat, al-sat, al-sat. Paradan para kazanan hırsızlar. Paradan başka imanı olmayan zavallılar. Körüklenen bir nefret duygusu. Ve o nefret duygusuyla kalpleri katılaştırılan insanlar. Boş inançlarla oyalananlar. Tersyüz edilen bir ahlâk itikadı. Hakları yenenler. Gitgide yalnızlaşan insanlar. Paradan başla şey saymayan bir güruh. Sıkışıklık. Kalpler, ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.
Ne zaman bunları düşünsem, en nihayetinde, kalbî huzurumu tesis etmek için, “Allah” lafzını çıkarıyorum ağzımdan. Aslında ben çıkarmıyorum, melekler çıkarıyor. İlla şeytan girmez ya hep insanın içine? Melekler de girer; en sıkıştığı zamanlarında, insana “Allah” dedirirler. Çok garip. Neden Allah beni kendine çağırıyor? Neden başkaları benim gibi düşüne düşüne nihilizme kayıyor da, aynı şeyleri ben düşününce Allah’a yöneliyorum? Allahü Teâlâ neden bana bu hissi veriyor? Kalbimi neden kendine yöneltiyor? Yoksa beni seviyor mu? Allah beni sevmese, kalbime bu ilhamı neden versin? Çıkışı olmayan bu kaypak dünyada, neden bana İslam’ın sesini duyursun? Bir de ben kendime derdim ki: “Allah beni neden cennetine alsın? Bu günahkâr halimle, beni neden sevsin?”
Sonra, Allah bana namaz kılan insanlar gösterdi. Haddizatında, yüce Allah, gönül gözümü açarak hakikati görmemde bana yardımcı oldu. Namaz kılan insanları görünce, içim öyle bir his ile doldu ki, neden ben de kılmayayım dedim? Bir müddet namaz kılan insanları izledim. Onların Allah’ın huzurunda eğilişini zevkle seyrettim. Onlara öyle özendim ki. Dışarıdan bakan biri, caminin eşiğinde, duvara dayanmış beni boş gözlerle hayal kuruyor zannedebilirdi. Öyle ifadesiz bir çehrem vardı ki. Zihnimde de bir akış:
“Mal kime kalmış ki, el değiştirmiş biteviye, göçen göçmüş, ama mal dünyada kalmış.”
“Mezar kazdığım zamanlar, kabir azabı çeken insanların çığlıklarını duyuyor gibi oluyorum.”
“Mahşer günü öyle bir mahkemeye çıkacağız ki, hâkimin kendisi şahit olacak.”
“Allah bizden şükür bekliyor? Sevgili’mizi daha ne kadar bekleteceğiz?”
“Vakit ölümle dolar. Ölüme daha ne kadar var? Öldükten sonra şükredemezsin. Şimdinin kıymetini bil.”
“İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar.”
Bu gibi, zamanında kulağımca işitilerek bilincimde muhkem bir yer edinen, ilkin anlamsız görünmesine karşın aslında görmesini bilenler için çok, çok büyük, ilâhi bir anlamın ufak parçalarını teşkil eden bir sürü düşünce, önümde namazını edâ eden cemaatin namazını bitirmesiyle sonlandı. Başkası beni görmesin diye arkamı dönüp cami girişinden hızlıca çıktım ve döne döne yol alan dar merdivenleri seri adımlarla inmeye başladım.
“Erkeğin tesettürü göz kapaklarıdır.” … Düşünüp duruyordum, Önce erkeğe “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış onlar için daha nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır.”(Nur,30) buyrulmuştu. Kadınlar konusunda İslamiyet çok hassas zaten. Ayet-i Kerime ve hadisi Şerifler defalarca kadını ele alıyordu. Erkeğin kadın üzerine hakları da vardı… Ya evlilik, saliha bir eş…
“…Ve onlarla iyi geçinin. Fakat eğer onlardan hoşlanmadınızsa, o taktirde umulur ki, sizin hoşlanmadığınız bir şey hakkında Allah pek çok hayır kılar.”(Nisa,19)
“Bir mümin, hanımına kızmasın! Kötü huyu varsa, iyi huyu da olur.” (Müslim)
“Kadın, zayıf yaradılışlıdır. Zayıflığını susarak yenin! Evdeki kusurlarını görmemeye çalışın!” (İbni Lal)
“Müslümanların iman yönünden en üstünü, ahlakı en güzel olanı, hanımına, en iyi, en lütufkâr davranandır.” (Tirmizi)
“Müslümanların en iyisi, en faydalısı, hanımına en iyi, en faydalı olandır. Sizin aranızda hanımına karşı en iyi, en hayırlı, en faydalı olan benim.” (Nesai)
“Haksız olarak hanımını dövenin, Kıyamette hasmı ben olurum. Hanımını döven, Allah ve Resulüne asi olur.” (Rıyad-un Nasıhin)
“Kadınlarınıza eziyet etmeyin! Onlar, Allahü teâlânın sizlere emanetidir. Onlara yumuşak olun, iyilik edin!” (Müslim)
“Hanımına güler yüzle bakan erkeğin defterine bir köle azat etmiş sevabı yazılır.” (Rıyad-un Nasıhin)
“Hanımı ile iyi geçinip şakalaşanı Allahü teâlâ sever, rızklarını artırır.” (İbni Lâl)
“Kadın doğrultmaya çalışılırken, kırılabilir. Kırılması boşanması demektir” (Buhari)
“Hanımlarınızı üzmeyin. Onlar, Allahü teâlânın size emanetidir. Allah’ın emanetine yumuşak olun, iyilik edin!” (Müslim)
“İman yönünden en üstün mümin, hanımına, en iyi davranandır.” (Tirmizi)
“Eşinin haklarını ifa etmeyenin namazları, oruçları kabul olmaz” (Mürşid-ün-nisa)
*
Sevde, okumayı bıraktı. Zira hikâyenin geri kalanını adı gibi biliyordu. Çünkü merdivenlerden dalgın bir zihinle ve görmez gözlerle inen Harun, aşağıdaki kaldırımdan geçmekte olan Sevde’ye çarpmaktan son anki zihin açıklığıyla kurtulmuştu. Sevde de o sırada eczaneden çıkmış, evine doğru yol alıyordu. Karşısında kendisine çarpmamayı son anda başaran Harun’u görünce, kalbi duracak kadar korkmuş, ardında da onun kim olduğunu fark etmişti. Zira tanıdığı kişi, gönlünü ne zamandır kaptırdığı Harun’dan başkası değildi. Sevde, kendi kendine sevdiği adamı karşısında görünce, şöyle ufak çapta bir şok geçirmiş ve harama daha fazla bakmayarak yoluna devam etmişti. (Harun ise özür dilemiş ve o da bakışlarını yere çevirerek kendi yoluna gitmişti.)
Ama o an, Harun’un şaşkın ve mahzun yüzü (ilk defa bu kadar yakından görüyordu onu), Sevde’nin zihnine kazınmıştı. O kadar ki, eve gelip mutfağa geçtikten ve yemek yapmaya başladıktan sonra dahi Harun’un yüzünü gözlerinden silememişti. Zaten hasta olmasından mütevellit, keyfi bir hayli kaçıktı. Bunun üstüne bir de, sadece ismen bildiği bir erkeğin yüzünü sürekli olarak zihninde canlandırmanın günah olup olmadığının verdiği ilave sıkıntıyla, daha bir bunalmıştı. Bu bunalım, hayat tecrübesini yudumlamış anneannesinin gözünden kaçmamıştı ve o gece, anneannesi, akşam yemeğini yedikten sonra, kimseye haber vermeden Sevde’nin odasına gitmiş ve torununa bir soru irat etmişti: “Gönlünü kaptırdığın bu çocuk kim, Sevde?”.
*
Şimdi ise, yüzünü gözünün önünden silemediği adamla sekiz yıldır evliydi Sevde. O an yaşananlar, öyle güzel bir tevafuk eseriydi ki, varoluş mücadelesi vermekte olan bir adam, soluğu camide almış ve oradan çıkarken de, imanının yarısını tamamlamak isteyen bir kadına dalgınlık eseri çarpmaktan son anda kurtulmuştu. Sonrasında olanlar ise, hak yolunda birleşmek isteyen iki kalbin helâl dairede bir araya gelmesinden ve birbirlerine bu yolda yardımcı olmalarından ibaretti. Onun kocasına karşı hakları olduğu gibi, Eşinin de ona karşı haklarının vardı muhakkak, oda bunları yaşayarak sürdürmüştü evliliklerini.
“Bir erkek, hanımına, kızıl dağdan kara dağa, kara dağdan kızıl dağa koşmasını emretse, kadının emri yerine getirmesi lazımdır.”(Tirmizî; İbni Mace)
“Eğer insana secde edilmesi gerekseydi, kadının, kocasına secde etmesi gerekirdi. Çünkü Allah erkeği kadından üstün yarattı.”(Tirmizî; Ebu Davud; İbni Mace; Hâkim)
“Kadın üzerinde en büyük hak sahibi kocasıdır, erkeğin ise anasıdır.” (Hâkim)
“Kadın, kocasının hakkını ödemedikçe, Allah’ın hakkını ödemiş olmaz” (Taberânî)
“Kadın, kocasının yatağını terk edip gecelerse sabaha kadar melekler ona lanet eder.” (Buhârî)
“Erkek, yatağına çağırır da, kadın gelmezse, sabaha kadar melekler ona lânet eder.” (Müslim; Buhari)
“Bir kadın, kocasından izinsiz evinden çıkarsa kocası razı oluncaya kadar, her şey ona lanet eder.” (Deylemî; Deylemi)
“Kadın, kocasından izinsiz (nâfile) oruç tutamaz.” (Buhârî, Müslim)
“Kadın, kocasından izinsiz eve kimseyi alamaz.” (Taberânî)
“Koca hakkına riayet, Allah yolunda cihad etmek gibidir.”(Taberani)
“Kadın, kocasından izinsiz olarak nafile oruç tutamaz. Eğer tutarsa, aç ve susuz kalmış olur, sevap kazanamaz. Kocasından izinsiz evinden dışarı çıkamaz. Çıkarsa, gökteki melekler, geri evine dönünceye kadar ona lanet eder” (Taberani)
“Bir erkek, ihtiyacı için hanımını çağırsa, kadın tandır başında olsa da, hemen ihtiyacına cevap versin!” (Tirmizi)
“Kadın, kocasından izinsiz (ana, baba, kardeşleri dahil) hiç kimseyi evine alamaz, nafile namaz kılamaz.” (Taberani)
“Kadınlarınızı süslü giyinmekten men ediniz! Beni İsrail kadınları süslü giyinip camiye gururlanarak yürüdükleri için lanetlenmişlerdir.” (İbni Mace)
“Kocası razı oluncaya kadar, kadının namazları ve hiçbir iyiliği kabul olmaz.” (Taberani)
“Kadın, beş vakit namazı kılar, orucunu tutar, kendini yabancılardan korur ve kocasına muti olursa, Cennete girer.”(İbni Hibban)
“Kocasına muhabbet gösteren, çocuk doğuran, öfkelendiği an veya kocası kendine kızdığı zaman, kocasını razı edinceye kadar uyumayan kadın Cennetliktir.”(Taberani)
“Cehennem halkının ekseriyetini kadınların teşkil ettiğini gördüm. Sebebi de, çok lanet ederler ve kocalarına karşı küfran-ı nimette bulunurlar.”(Buhari)
*
Sevde, kocasının günlüğünü kapattı. Şöyle bir soluklandı; derin düşüncelere dalıp geçmiş zamanları düşünecekken Harun’un bir yıl önce imanla göç eden vefatını düşündü. Daha fazla okumaya cesareti yoktu. Nereye baksa Harun’u görüyor onu özlüyordu. Defteri alıp Harun’un çalışma masasının üstten ikinci çekmecesine koydu ve gözyaşlarını silerek odadan çıktı. Harun diyerek yığıldı yer. Kalbini verdiği adamla yedi yıl geçirmişti. Mutluluğu onunla bulmuş, onun gözlerine baktığında kalbinin varlığını hissetmişti. Her anında yanında olan eşi Harun yoktu artık yalnızdı.
Tutunacak tek bir şey vardı Kur’an-ı Kerim ve namaz. Onlara sımsıkı sarıldı. Allah’a kul olma bilinci ile yaşadığı ömrünü Allah’a derinden bağlı eşi ile birleştirmiş ve ömrü boyunca İslam’a hizmet için çalışarak Cennette onunla birlikte olmak duası ile yaşadı.

Yazan : Mustafa Kuş @mustfakus 


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir